Neler Konuşuyoruz ! -1-

 Kendi kendisini gerçekleştiren ve konuların ardının kesilmediği birçok sohbette bulunduğum sohbet partnerimle; kurgulu sohbetlerimizin de olması gerektiğini ve bunu yazıya geçirmenin birçok açıdan 'iyi' olacağını konuştuk. Sohbetlerimizin bir kısmını kurgulu (bilinçli) başlatacak olmanın getirisiyle, konu seçmekte tıkanmışlık yaşıyorken; bir atılımla, bilincin kendisinden bahsetmekle başlamaya karar verdik.

- Bilinç nedir?

+ Benim için en kısa tanımı ''Farkında olma durumu.'' olabilir.

Bilinç, bir kişinin kendi varlığının, düşüncelerinin, duygularının ve çevresindeki dünyanın farkında olma durumudur. Bu, kişinin algılama, hissetme, düşünme ve tepki verme yeteneğiyle ilgilidir. Bilinç, genellikle uyanıklık ve farkındalık durumlarıyla ilişkilendirilir ve bireyin kendisi ve çevresi hakkında bilgi sahibi olmasını sağlar.

Biz bilinçli miyiz ya da ne noktada bilinçliyiz?

+ Biz dediğin ikimiz mi oluyoruz?

- İkimizi de varsayabilirsin, ya da bize yakın gördüğün bir kitle adına konuşabilirsin.

+ Karşılaştırmalı olarak inceleyecek olursak, tarihte bilinçli bir noktadayız. Çünkü bilinç, bir noktada; çevrende olup biteni anlayabilme kapasitesi, miktarı, olarak da anlaşılabilir. Ortaçağ'da Feodal dönemde bir birey düşün mesela, eğer tebaaysa onun dünyası, yalnızca tarımdan, ne kadar daha büyük olabilir ki? Ya da ortaçağ çok uzak bir kıyas noktası olarak geldiyse II. Dünya Savaşında bir Nazi askeri olduğunu düşün ya da karşılarında savaştığını; zihninin uğradığı propaganda, milliyetçi duygularının maruz kaldığı manipülasyon ve istismarla harekete geçebilecek kadar bilinçsiz oluyor o asker.

- Bu insanlar bilinçsiz mi yoksa zor şartlar altındalar mı?

+ Refah seviyesinin yüksek olmadığı noktada, bilinç seviyesinin yüksek olması zor. O tebaanın bilinçsizliği zeka geriliğinden gelen bir bilinçsizlik değil, çevrenin etkilerinden ötürü oluyor. Konuşmanın başında 'biz' diye nitelendirildiğimiz kitleden birisi de aynı şartlar altında şimdi gösterdiğinden daha düşük bilinç seviyeleri gösterebilirdi. Yaşadığımız yerde birçok farklı şeyle sınanıyor da olsak az önce kıyasladığımız noktalara göre 'refah' seviyemiz çok yüksek. Basit düşünürsek: Bizim buzdolaplarımız var. Bu basit örnek bile insana, temel ihtiyaçlarına ayırdığı zamandan kurtarıp, düşünecek zaman kazandırıyor.

- O zaman düşünmeye zaman ayıracak insanlar mı daha bilinçli olur?

+ Düşünmeye zaman ayırabilecek lükse sahip olan insanlar demek daha doğru olur galiba. Atina'yı düşünelim. Medeniyeti ve Katılımcı Demokrasiyi kuran topluluk. Hafife almamak lazım çünkü milattan önce 600 yıllarından bahsediyoruz.

Antik Atina toplumu, MÖ 5. yüzyılda doruk noktasına ulaşan bir şehir devleti olarak, Batı medeniyetinin önemli temellerini atan bir yerleşimdir. İşte Atina toplumunun bazı temel özellikleri:

  1. Demokrasi: Atina, dünyadaki ilk demokratik yönetim biçimlerinden birine sahipti. Vatandaşlar doğrudan demokrasi yoluyla yasaların yapılmasında ve devletin yönetiminde aktif rol alırlardı.

  2. Sosyal Sınıflar: Atina toplumunda vatandaşlar (erkekler), metikler (yerleşik yabancılar) ve köleler olmak üzere üç ana sosyal sınıf vardı. Vatandaşlar tam haklara sahipken, metikler sınırlı haklara sahipti ve köleler ise haklardan yoksundu.

  3. Kültürel Gelişmeler: Atina, felsefe, sanat, tiyatro ve bilimde büyük ilerlemeler kaydetti. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi filozoflar Atina'da yaşadı ve çalıştı.

  4. Eğitim: Eğitim, erkek çocuklar için önemliydi ve genellikle okuma, yazma, matematik, müzik ve beden eğitimi derslerini içerirdi. Kız çocuklarının eğitimi ise daha sınırlıydı ve genellikle evde anne tarafından verilirdi.

  5. Ekonomi: Atina ekonomisi tarım, ticaret ve zanaat üzerine kuruluydu. Pazar yerleri (agora) ticaretin merkeziydi.

  6. Din: Yunan mitolojisi ve çok tanrılı inanç sistemi Atina'da yaygındı. Tanrılar ve tanrıçalar için tapınaklar inşa edilir, festivaller ve ritüeller düzenlenirdi.

Atina, antik dönemde politik, kültürel ve entelektüel gelişmelerin merkezi olarak kabul edilen ve günümüz Batı kültürüne büyük katkılarda bulunan bir toplumdu.

Peki Atina nasıl oluyor da bunca yıl önceki varlıklarına rağmen hem büyük filozofların hem de büyük medeni düşüncelerin yuvası oluyor?

+ Politika yapabilen insanlar, politikalarını yapabilsinler diye bir sosyal sınıf sistemi geliştirmişler. Kölelik orada var. Adam, düşünecek zaman ayırırken kendine; öyle bir lüks içinde ayırıyor ki bu zamanı, kendi yemeğini bile hazırlamıyor. Bolluk durumu var. Zenginler işte.

- Bu zenginliklerinin kaynağı nedir ?

+ Ticaret başta geliyor diye biliyorum birlikte bakalım :

Antik Atina'nın zenginliği, birkaç ana kaynaktan geliyordu:

  1. Gümüş Madenleri: Atina'nın en önemli zenginlik kaynaklarından biri, Laurion'daki gümüş madenleriydi. Bu madenlerden elde edilen gümüş, Atina'nın ekonomik gücünü artırdı ve şehrin hazinesine büyük katkı sağladı.

  2. Ticaret: Atina, Ege Denizi'nin ortasında stratejik bir konumdaydı ve bu da şehri önemli bir ticaret merkezi haline getirdi. Atina, deniz ticareti yoluyla zeytinyağı, şarap, seramik ve tekstil gibi ürünler ihraç ederken, tahıl, kereste ve metal gibi hammaddeleri ithal ediyordu.

  3. Denizcilik: Atina, güçlü bir donanmaya sahipti ve Ege Denizi'ndeki ticaret yollarını kontrol ediyordu. Bu deniz gücü, Atina'nın ticaret ve ekonomik ilişkilerini güvence altına almasına yardımcı oldu.

  4. Müttefiklik ve Hegemonya: Delian Birliği'nin lideri olarak Atina, diğer Yunan şehir devletlerinden haraç topluyordu. Bu haraçlar, Atina'nın hazinesine önemli miktarda gelir sağlıyordu. Ayrıca, Atina'nın liderlik ettiği bu birlik, şehrin ekonomik ve politik gücünü artırdı.

  5. Tarım ve Zanaat: Atina çevresindeki verimli topraklar, zeytin, üzüm ve diğer tarım ürünlerinin yetiştirilmesine olanak tanıyordu. Ayrıca, Atina'da yapılan seramik ve metal işleri, hem iç hem de dış pazarlarda büyük talep görüyordu.

  6. Kölelik: Köle emeği, Atina'nın ekonomisinde önemli bir rol oynuyordu. Köleler, tarım, maden ve ev işlerinde çalışarak ekonomik faaliyetlere katkıda bulunuyorlardı.

- Bu hegemonya denilen şey nedir?

+ Baskın bir güç etkisi. İki farklı kültürde yetişmiş iki insanın bir oda arkadaşlığı geçirdiğini düşün. Geçirilen zamanın sonunda; paylaşılan odaya, olur da birinin kültürü diğer kültürü asimile edip iz bırakırsa, burada iz bırakan kültürün hegemon olduğu söylenebilir. Bunu Dünya çapında düşünebilirsin.

- O halde günümüzde hegemon kültüre sahip devletlerde bilinç seviyesi daha yüksek mi olmalı, ne diyorsun?

+ Devletlerde yaşayan toplumların bilinç seviyesini araştırırken birçok parametre var. O yüzden bu soruyu daha doğru yanıtlamak için sana hegemon hissettiren bir örnekle soruyu daraltman daha doğru olur.

- Sanat ve özgür düşünce açısından Fransa hegemonluğu olarak kısıtlayayım.

+ Şöyle ki Hegemon olunan bir alanda zaten toplumun bilinç seviyesi yüksektir ve bilinç seviyesi bir alanda düşük olan toplum da o alanda zaten hegemon olamaz.

- O halde Fransa örneğinden devam edecek olursak; ne oldu da bu konularda hegemon oldular?

+ Bu toplumun başına neler gelmiş, nelerin etkisinde kalmışlar bir bakmak gerekir. Tam bir antropoloji konusu. Gel araştıralım:

Fransa'nın özgür düşünce ve sanat alanında hegemon bir güç haline gelmesi, bir dizi tarihi olay ve toplumsal değişimin sonucudur. İşte bu sürece katkıda bulunan bazı önemli faktörler ve olaylar:
  1. Rönesans ve Hümanizm: 16. yüzyılda Avrupa'da başlayan Rönesans hareketi, Fransa'da da etkisini gösterdi. Hümanizm, bireysel düşünceyi ve sanatı öne çıkararak özgür düşüncenin temelini attı.

  2. Aydınlanma Çağı: 18. yüzyılda Fransa, Aydınlanma'nın merkezi haline geldi. Voltaire, Rousseau, Montesquieu ve Diderot gibi düşünürler, akıl, bilim ve bireysel özgürlükler üzerine yazılar yazdılar. Bu düşünürlerin eserleri, hem Fransız toplumunu hem de dünya genelini etkiledi.

  3. Fransız Devrimi: 1789'da başlayan Fransız Devrimi, monarşiyi devirdi ve cumhuriyetçi değerleri, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği öne çıkardı. Bu devrim, siyasi ve sosyal yapıyı köklü bir şekilde değiştirerek özgür düşünce ve ifade özgürlüğünü teşvik etti.

  4. Napolyon Dönemi: Napolyon Bonapart, devrimci ilkeleri Avrupa'nın büyük bir kısmına yaydı. Eğitim ve hukuk alanında yapılan reformlar, özgür düşüncenin gelişmesine katkıda bulundu.

  5. Sanat ve Kültürde Parisin Önemi: 19. yüzyılda Paris, sanatın ve kültürün merkezi haline geldi. İzlenimcilik gibi sanat akımları, Fransa'da doğdu ve dünya çapında etkili oldu. Sanatçılar, yazarlar ve düşünürler için bir çekim merkezi olan Paris, entelektüel ve sanatsal özgürlüğün sembolü haline geldi.

  6. Kahvehaneler ve Salonlar: 17. ve 18. yüzyıllarda, Paris'teki kahvehaneler ve edebi salonlar, entelektüel tartışmaların ve fikir alışverişinin merkezleri oldu. Bu mekanlar, özgür düşüncenin ve sanatın gelişmesine katkıda bulundu.

  7. Sürrealizm ve Diğer Sanat Akımları: 20. yüzyılın başlarında, Paris sürrealizm gibi modern sanat akımlarının merkezi oldu. Bu akımlar, geleneksel düşünce kalıplarını kırarak yeni ve özgür ifadeleri teşvik etti.

Avrupada'ki batı medeniyetinde toplum birbirleriyle oldukça etkileşim halindeydi o yüzden bu gelişimler doğal. 

- Biz neden yukarda maddelenen düşünce akımlarından ve tarihi olaylardan onlar kadar etkilenmedik?

+ Birçok nedeni olabilir ve bu nedenlerin etki miktarları ayrı bir tartışma konusu olabilir. En basiti, coğrafi olarak daha uzak olmamız diyebilirim ama bu etkinin şiddeti hakkında yorum yapamam. Söylemesi riskli, dinle de ilgisi oldukça fazla. Din ve eğitimi birleştirme süreci toplum ilerleyişine geri adım attırmış olabilir. Mesela bizim kültürümüzde usta-çırak ilişkisi toplumsal ilerleyişi yavaşlatacak bir şekilde ilerliyor. Çırak ustayı geçmemeli gibi bir algı yerleşmiş zihinlerimize.

- Sana katılıyorum, bence de bizim toplumumuzun zihnine yerleşmiş böyle bir algı var. Osmanlıda senden yaşlı biri önünde yürüyorken onun hızını geçememek bile naif ama tehlikeli bir örneği sayılabilir bunun. Nereden geliyor olabilir ki bu algı?

+ Sosyologların üzerine çalışması gereken bir konu bu bence. Türkiye'de çok niş davranış biçimleri var ve bence birçoğunun araştırılması gerekiyor.

- Az önce konuştuğumuz algıdan farklı bir 'niş' davranış biçimi örneği verebilir misin?

+ Ötekiler ne der kaygısından başlayarak birkaç örnek vereceğim. Türkiye nüfusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturan orta direğin çoğunluğu geçmişte (hala sürüyor da olabilir) evlerinin salonlarını, yani en büyük odalarını, yalnızca misafirlere ayırırlar ve ev halkını o odaya sokmazlardı dahi. En güzel porselen takımlar oradaki büfede olur ve evin asıl kullanıcıları kati suretle o takımları kullanmazken; ayda yılda bir gelen misafirlere, yalnızca o odada, o takımlarla servis yapılırdı. Bunun haricinde ''Elalem ne der.'' kaygısı bir parazit gibi yapışmıştır Türk insanına. Türkülerde bile bunu görebiliyor olmak çok kötü. İşte otursun sosyologlar bunu incelesin, Türk insanının 'elalem' ile alıp veremedikleri ne?

- Bence Türk insanında ben ve öteki kavramları üzerinde işleyen birkaç hata var. Bugüne kadar herhangi bir an'ı insanlara paylaşırken bir davranış biçiminin sık tekrarlandığına rastladım Türklerde. O da o an'ın içerisinde kendilerinden çok ötekilerin ne yaptığıyla ilgilendikleriydi. Bu da benlik algılarının ilerlemesine engel oluyor. Bunu sofrada bir şey uzatmak için ihtiyaç dolu  gözleri arayan birinin pususu olarak düşünebilirsin. Hatta yalnızca müzik dinleniyorken ''Sohbet edilmiyor, acaba sohbet mi başlatsam?'' kaygısı yaşayan birinde de görebilirsin.

+ Bahsettiğin davranış biçimi eskiden göçebe bir toplum olmamızdan kaynaklanıyor olabilir. Geçmişte komün bir hayatın gereksinimi olarak; misafirperverlik ve ötekileri düşünme durumu oluşmuş ve bu durum modernleşen ve bireyselleşen günümüz dünyasında Türk toplumunu sancıtıyor da olabilir. Bu sancıma da daha önce bahsettiğimiz ''Biz niçin onlar kadar etkilenmiyoruz?'' sorusunun yanıtlarından yalnızca biri oluyor işte.

Yorumlar

Popüler Yayınlar