24
''allah'ın zoruna gitmesin diye, ucu açık dilenmiş tonla dilek
birikmişler evvelden bugüne,
çoğuna hiç yaş atamamışım mesela, olur da olmazlarsa diye.
şimdi, yaşım erdi yirmi dörde .
elimde elbet var
ama ardımda da.
yüce takdirine bıraktığım birkaç dileği
tek kaşım kalkık yokluyorum şimdi sanki içimde
saçlarım... dökülmeden... gelmeyecek miydi ?
sahi, saçlarım dökülecekler miydi ki.
yirmi dört oldum.
erdim.
astsubay da oldum.
henüz çıplak değil başım lakin
o gelmeden çok tel kaybettim.
tek kaybedeceğim o gelmeden
dertli yarım olmayacak mıydı?
yahut o gelmeden hemen evvel
kendim' güzel bulmayacak mıydım?
güzelim elbet,
gencim de.
hep kalacak mı yoklaması, bu dileğime vurduysa şayet
sınanmasın, söz
ben de aynım kalacağım.
ey yüce takdir, saçlarım döküldü.
şimdi kaç zaman camlara küseceğim belki.
evet, sonra barışacağım
yine de işin acele olmaz mı senin?
hala vermez de bekler misin?
serzenişlerim içimde, ayıplanıp bastırılan bir ses olmaktan çıkıp da
dışımda, mısralarımda vuku bulurlarken
kabahatim mi olacak gördüğünde şimdi düşlerim
yoksa işitip tamam diyecek misin?''
Lisans eğitimimi yoğun bir temponun içinde bitirmeyi denediğim, üstelik çok da Muhteşem Yüzyıl izlediğim bu günlerde bir yaşı daha uğurluyor ve bir ötekini ise kucaklıyorum. İçerisinde olduğum günlerden bir küçük bahsetmek istedim çünkü bir serzeniş şiirine parmaklarım ilk kez vardılar.
Bir yaş daha, bilmediğim yerden sorulmuş sorular gibi. Yalnız hissediyorum ama biliyorum ki yalnız değilim. Çünkü yine biliyorum ki hayat, içimde taşıdığım tüm duygularla dolu bir kalabalık. Umutlarım, hayallerim, yaşanmışlıklarım ve bana uzaktan bakan o belirsiz gelecek… Hepsi, doğum günü soframın etrafında yerlerini aldılar. Bütün bekleyişlerimin bekleyiş olmaktan çıkıp da anlam kazandığı anlardan birinde hissediyor olmanın, büyüsüne sığınıyor, her nefesimin bir doğum günü mumu söndürmekten farksız değerine sarılıyorum.
Saçlarım dökülmeye başlamış olabilir, hayatta bazı şeyleri geride bırakıyormuş gibi hissediyor da olabilirim, ama bu beni hayata küsmenin eşiğine getirmiyor. Aksine, bu değişimlerin her biri beni kendi gerçeğime daha da yaklaştırıyor.
Bu yeni yaş, belki büyük zaferlerin ya da kırılma noktalarının yaşı olmayabilir. Ama şunu biliyorum ki her gün, hayatın bana verdiği en büyük hediye. Ve bu hediyeyi kabul etmeye devam edeceğim; bazen sabırla, bazen kollarımı açarak ve bazen de başımı iki yana sallayarak.
Hayat, bu yaşımda da bana yine bir bahçe gibi geliyor. Her gün ektiğim tohumların ne zaman filizleneceğini bilemesem de onların orada, toprağın altında bir hayat bulmaya çalıştığını hissediyorum. Sabır, bu bahçeyi sulamaya devam etmek; o çiçeklerin açması için doğru zamanı beklemek demek. Kabul ise, bazı tohumların hiç filizlenmeyeceğini ama onların da bu bahçenin bir parçası olduğunu anlamak sanırım.
Bazen dileklerimin, gerçekleşmek için zamana ihtiyacı olduğunu fark ediyorum. Ama artık bu bekleyişin beni değiştirmesine izin vermek yerine, onun köklerimi kuvvetlendirdiğine inanıyorum.
Hayat, ne kadar belirsiz olursa olsun, o tohumları ekmekten ve bu bahçeye sevgimi vermekten vazgeçmeyeceğim.
Küçük bir kaktüs bahçem var benim* demiştim, hayatım adına.
Şimdiyse ormandan yazıyorum.
Küçük bir kaktüs bahçesi sığdırıyorum ormanıma.
''...
Küçük bir kaktüs bahçem var benim.
Bütün zamanımı orada geçiririm, kendimi yalnız orada huzurlu hissederim.
Orada asla kırık kalpler yetişmez mesela çünkü toprağı müsait değildir.
Gelen misafirlerimizi en ihtişamlı çiçeklerimizle ağırlar, gidenleri de davul zurnayla uğurlarız burada.
Gel misafir git misafir bir gün, her insanın bir bahçesi olduğunu duydum.
Tabii olmalıydı.
Her insanın her şeyini adadığı, kendisini bulduğu bir bahçesi olmalıydı, bunu anlayabiliyordum.
Ama tam buna alışıyorken duyduklarım daha akılalmaz haller aldılar.
Söylediklerine göre,
Bazı insanların daha büyük,
Koskocaman bahçeleri varmış.
Daha çok misafirleri daha çok çiçekleri oluyormuş orada.
''Aman! Kim ne yapsın büyük bahçeyi.'' dedim.
Ben kaktüslerimle mutluydum.
Zamanla merakım daha da arttı ister istemez.
Ormanmış adı.
Türlü türlü hayvanlar oluyormuş içinde, hep bir hareket hep bir olay vuku bulurmuş,
Manzarası...
Manzarası kilide vurulmuş kalpleri açarmış.
Öğrendim hakkında.
Köklerini,
Yapraklarını,
Esintilerini, kokularını ve renklerini öğrendim.
Sonra, işte ilk kez o gün, dönüp kaktüs bahçeme bakıp,
''Sahiden de biraz küçük değil mi ?'' diye düşündüm.
Minik kaktüslerim hemen çiçeklerini kapatıp, küstüler bu düşünceme, güzel kokular saçmayı bıraktılar.
Bastıramadığım merakımın yarattığı kalp kırıklıklarının arasında;
aralarında en bilge olanıysa dönüp:
''Evet burası biraz küçük ama büyümesini istiyorsan, önce kendin büyümelisin .'' dedi.
'Ben zaten büyüğüm.'' diye çıkıştım ve hemen işe koyuldum.
Kendi ormanını yapmanın bilgesi kişilerle konuştum,
bütün söylediklerini can kulağıyla dinledim.
İyice öğrendikten sonra kazmaya, eşelemeye, ekmeye başladım.
Toprağım kocamanlaştıkça içeriye vahşi hayvanlar, türlü böcekler doluştular.
Bu yeni toprağın doğası gereği de minik kaktüslerim hızla soldular.'
'Tamam.'' dedim. '
'Kaktüslerim yoksa ağaçlarım var artık.''
Ama gel zaman git zaman fark ettim ki:
Bunca ağacın arasında kayıp bir ruh gibi geziyordum.
Birinin bile aslen kim olduğunu bilmeden.
Hayvanlardan medet umup arkadaş olayım dediğimde de
Kendimi dağ aslanlarından kaçarken buluyordum.
Kaktüs bahçem küçüktü belki ama biz bizeydik, huzurluyduk.
Şimdi ormanımda türlü belalarda debelenirken fark ediyorum ki:
Kendi ormanını yapmayı öğreten bilgeler, o ormanda nasıl yaşayacağını öğretmezlermiş.
Ben de çabalıyorum.
Belki işleri yoluna koyup da bir ağaca tırmanmayı başarırsam, batan güneşte eskisinden farklı bir renk bulurum diye.
Hatta belki bir gün
Küçük bir kaktüs bahçesi bile sığdırırım ormanıma.
...''
Yorumlar
Yorum Gönder